16 Mayıs 2012 Çarşamba

Balıkların Alet Kullanabildiği Ispatlandı



Şempanzelerin cevizleri açmak için taş kullanabildiğini bir süredir biliyoruz.Hayvanat bahcesınde terini silen maymunlara rasladık.Sımdı ıse balıklara sahit olacagiz. Bu ve benzeri kara canlılarının alet kullanmasına artık alıştık. Hatta yakın zaman önce, deniz canlılarının da alet kullanma konusunda yetenekli olduğuna dair videolar yayınlanmıştı. (bknz. Ahtapotlar Hindistan Cevizlerini Kalkan Olarak Kullanıyor.)
Memelilerinkuşların ve kafadanbacaklıların alet kullanımına dair elimizde geniş bilgi bulunuyor. Ancak, son yıllarda gerçekleştirilen su altı gözlemleri, balıkların dabenzer zeki davranışlarda bulunduğunu gösterıyor. Bugüne kadar bu davranışlar, 3 defa fotoğraflarla görüntülendi. Geçtiğimiz günlerde ise, California Üniversitesi’nden Giacomo Bernardi, bu davranışlardan birinin ilk defa video görüntüsünü elde etti. Gerçekleştirilen çalışma, Coral Reefs dergisi’nin 20 Eylülsayısında yer buldu.
 Gördüğünüz gibi, bir balığın alet kullandığını gösteren ilk video verileri ve balıkların alet kullandığını gösteren dördüncü görsel kanıtBernardi‘nin gözlemlediği bu balık, Choerodon anchorago (orange-dotted tuskfish) türüne ait  bir yetişkin. Videoda, kumun içinden göğüs yüzgeçleri ile istiridye çıkaran balığın,istiridyeyi ağzına aldığını görüyorsunuz. Ödülünü, kayalık bir bölgeye taşıyan balık, bu kayalıkları bir örs gibi kullanarak ağzındaki istiridyeyi kırıyor. Gözlemler, aynı bireyin bu işlemi 20 dakika boyunca 3 defa tekrarladığını gösteriyor.
Bernardi, bu tür bir davranışın “bir çok basamak barındırdığını“; bu sebeple “ciddi miktarda geleceği düşünme yetisi gerektirdiğini” belirtiyor. Ki bir balık için, bu denli bir düşünsel yetinin oldukça önemli olduğunu vurguluyor. Bakalım evrim bizi nereye götürecek.

Çok Hücreli Yaşamın Ortaya Çıkışı


Sadece birkaç hafta içerisinde tek-hücreli mayanın, iş bölümü yapan hücrelerden oluşan çok hücreli bir organizmaya evrilebildiğinin gösterilmesi, canlılığın çok hücreli yaşama geçişinin aslında o kadar da büyük bir engel teşkil etmemiş olabileceğini gösteriyor.
Laboratuarlarda sıkça kullanılan mayaSaccharomyces cerevisiae normalde yaşamını tek hücreli olarak sürdürüp yine tek hücreli yavrular meydana getirecek şekilde tomucuklanarak ürer. Ancak Minnesota Üniveristesi’nden Will Ratcliff, Evolution 2011 (Society for the Study of Evolution) konferansında sunduğu çalışmasında, tek başına hayatta kalmanın zor olduğu koşullar altında ve yaklaşık iki ay gibi kısa bir sürede çok hücreli maya formları elde ettiklerini duyurdu.
Ratcliff ve ekibi, sıvı ortamda büyüttükleri maya kültürlerini her gün sentrifüje ettikten (örneklerin bulunduğu tüplerin döndürülmesi suretiyle merkezkaç kuvvetinden ve örnekteki yoğunluk farkından yararlanarak ayırma yöntemi uyguladıktan) sonra, bir sonraki kültürleri sentrifüj işlemi sonunda tüplerin dibinde kalan mayalardan büyüttüler. Nasıl büyük kum parçacıkları, kil taneciklerinden daha hızlı dibe çökerse, grup halindeki hücreler de tek hücrelerden daha hızlı çöker. Dolayısıyla ekip, her seferinde kümelenmiş olan maya hücrelerini seçerek aynı işlemleri tekrarladı.Kısacası her seferinde kümeleşme arttı.
Araştırmacılar, 60 gün -350 nesil- sonrasında büyüttükleri 10 kültürün 10’unda da “kartanesi” formunda kümelenmiş hücre toplulukları bulunduğunu gördüler. Buradaki en önemli noktalardan biri de, bu kümlenmiş hücrelerin birbiriyle alakasız olmayıp, tomurcuklanan ana hücreden yavruların ayrılmaması suretiyle oluşmuş olmalarıydı, yani kartanesi formundaki hücreler genetik olarak tıpatıp akrabalardan oluşuyordu. Bu akrabalığın tüm “kartanesi”nin iyiliği için hücrelerin işbiriliğini sağladığını düşünen araştırmacılar, “kartanesi” belli bir büyüklüğe geldiğinde bir grup hücrenin ayrılarak yavru hücre oluşturduğunu da gözlemlediklerini belirtiyorlar.Buda iş bölümünü işaret ediyor.
Araştırmacılar bu büyüme ve çoğalma evrelerinin çok hücreli organizmaların yaşam döngüsündeki yavru ve yetişkin dönemlerine benzediğini düşünüyorlar. Birkaç yüz nesilden sonra bölünme esnasında bile ilkel bir iş bölümü başladığı görülüyor. Belli bir büyüklüğe gelen yetişkin kartanesinde, bazı hücreler programlanmış hücre ölümü denilen sürece girerek, yapıda yavruların ayrılabileceği zayıf noktalar yaratıyorlar. Bu şekilde ana hücre dibe çökebilecek büyüklükte kalmaya devam ederken olabilecek en fazla yavru üretimi gerçekleşmiş oluyor. Farklı evrimsel streslere maruz kalan kartanesi nesillerinde farklı hücre ölümü seviyeleri de gelişiyor. Hücrenin ölümü kendisi için nadiren avantaj sağlayan bir durum oluşturduğundan, araştırmacılar bu durumun büyük organizmanın iyiliği için gerçekleşen bir işbirliği olduğu görüşünde.Hiç kusku yok ki etkileyici.
Konferansta sunulan sonuçlar üzerinden tartışılan deney kimi evrimsel biyologlar tarafından heyecanla karşılanırken bazıları şüpheyle yaklaşıyor. Maya suşlarının doğal olarak koloni oluşturma eğiliminde olduğunu belirten şüpheciler, yüz milyonlarca yıl önceki atalarının çok hücreli oluğuna dikkat çekiyorlar. Bu durumda maya suşlarının korudukları “hücrelerin birbirine tutunması” ve “programlanmış hücre ölümü” gibi evrimsel mekanizmaların Ratcliff’in deneyinin lehine çalışmış olabileceği, hiçbir zaman çokhücreli bir ataya sahip olmamış bir canlıda benzer sonuçların elde edilemeyeceği düşünülüyor. Ancak öyle bile olsa, evrim genellikle varolan özelliklere yeni kullanımlar atanmasıyla ilerleyen bir süreç olduğu için Ratcliff’in mayaları bu açıdan başarılı bir deney teşkil ediyor. Benzer deneyleri, çokhücreli atası olmayan, tek hücreli bir alg türü olan Chlamydomonas üzerinde yapmayı planlayan Ratcliff ve ekibi diğer bir yandan maya deneylerini sürdürerek daha ileri bölünme stratejilerinin ve işbölümünün gelişip gelişmediğine bakmaya devam ediyor. Çalişmaları paylaşmaya devem edeceğiz.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Transpozonlar


Transpozonlar, tek bir hücrenin içerisinde bulunan ve sıklıkla bulundukları yerden koparak farklı bölgelere “sıçrayan” gen parçalarıdır. Transpozonal Sıçramalar, transpozonal bölgelerin önce kendilerini kopyalayıp, sonra bu kopyaların sıçraması şeklinde olabileceği gibi (bilgisayardaki “Kopyala/Yapıştır” işlemi gibi düşünebilirsiniz); gen parçalarının olduğu gibi, bulundukları yerden koparak yeni bir yere yerleşmeleri şeklinde de olabilir (bilgisayardaki “Kes/Yapıştır” işlemi gibi düşünebilirsiniz). Örneğin aşağıdaki görselde, sarı-turuncu-sarı renklerle gösterilen transpozonal element, kendisini kopyalayarak karşı tarafa sıçramış ve normalde birleşik olan mor gen diziliminin ortasına yapışmıştır:


Transpozonal sıçramalar gerçekten çok önemli bir Evrim Mekanizması’dır, çünkü hem fenotipi kökten değiştirebilecek mutasyonlara sebep olabilirler, hem de genom büyüklüğünün değişmesini sağlayabilirler. Özellikle ökaryotik hücrelerde, genom büyüklüğü üzerinde çok ciddi etkileri vardır. Çünkü bir transpozon, kendini kopyalayıp hem kendisini, hem de kopyasını DNA üzerinde farklı bölgelere yapıştırabilir. Bu şekilde, genomun büyümesine sebep olur. Eğer bu değişim, canlıya avantaj sağlarsa, gelecek nesillere de aktarılır. Böylece uzun evrimsel süreçte canlıların genom büyüklükleri değişir. Buradan da, transpozonların Evrim açısından önemini anlayabiliriz. Bu önemli mekanizma, 1993 yılında Barbara McClintock tarafından keşfedilmiş ve keşif ve kaşif, Nobel Ödülü ile ödüllendirilmiştir.

Yukarıda açıkladığımız gibi, iki çeşit transpozon bulunur:

A) Birinci Sınıf Transpozonlar

Birinci Sınıf Transpozonlar, ya da bir diğer adıyla Retrotranspozonlar, kendilerini kopyalarlar ve bu kopya DNA üzerinde bir diğer noktaya sıçrayıp yapışabilir. Bunun için öncelikle DNA’dan transkripsiyon mekanizması ile küçük DNA segmentleri üretilir; daha sonra bu RNA kullanılarak, geri transkripsiyon yöntemi ile DNA sentezlenir (retrovirüsler ve retrotranspozonlar, Merkezi Dogma isimli kuralı bozan elementlerdir). Üretilen bu retrotranspozon, tıpkı retrovirüsler gibi davranabilir. DNA’dan kopabilir, DNA üzerindeki farklı bir bölgeye yapışabilir ve hatta kimi durumda hücrenin dışına çıkarak bir diğer hücrenin DNA’sına yapışabilir. Bu durumda bir plazmid gibi davrandığını düşünebiliriz; ancak bunu bir sonraki yazımızda açıklayacağız. Temel olarak transpozonların HIV virüsü gibi davranabildiğini düşünebilirsiniz.

Retrotranspozonların da üç alt grubu keşfedilmiştir:

1) Viral Retrotranspozonlar, RNA’dan DNA sentezleyebilecek “geri transkriptaz” enzimlerini kodlarlar. Genetik yapılarında uzun bitiş tekrarları (long terminal repeat) bulunur. Tıpkı retrovirüslere benzerler. Yaklaşık 100-5000 baz çifti uzunluğunda olabilirler. İnsan genomunun yaklaşık %8′i ve fare genomunun yaklaşık %10′unu oluştururlar. Bu alt gruba ait iki tip keşfedilmiştir: alglerden kapalı tohumlu bitkilere, açık tohumlu bitkilere kadar pek çok canlıda bulunan Ty1-copia retrotranspozonları ile yine çok sayıda canlıda keşfedilmiş olan Ty3-gypsy retrotranspozonları.

2) Uzun Serpiştirilmiş Nükleotid Elementleri (LINE: Long Interspersed Nucleotide Elements) isimli diğer grupta da, tam boyda olanlarında geri transkriptaz enzimleri bulunur ve RNA’dan DNA sentezleyebilir. Ayrıca hemen hepsinde endonükleaz enzimleri de taşıyarak çoklu-nükleotit dizilerinin orta bölgelerindeki fosfodiester bağlarını kırabilir. Ancak uzun bitiş kodlarını taşımaz ve RNA polimeraz II enzimi aracılığıyla çoğalırlar. İnsan genomunda yaklaşık 500.000 farklı LINE bulunur, bu da genomun %17′si eder. Bunlardan yaklaşık 7.000 tanesi tam boydadır ve geri transkripsiyon yapabilir.

3) Kısa Serpiştirilmiş Nükleotid Elementleri (SINE: Short Interspersed Nucleotide Elements) ise 500 baz çiftinden kısa boya sahip transpozonlardır. RNA polimeraz III enzimiyle salgılanan tRNA, rRNA gibi parçaların geri transkripsiyonuyla üretilir. Üzerlerinde fonksiyonel geri transkriptaz enzimleri bulunmaz ve sadece farklı bölgelere sıçrayarak, orada halihazırda salgılanmış enzimleri kullanarak kendilerini kopyalayabilirler. İnsan genomunun %11′ini oluştururlar. Büyük bir kısmı hurda DNA olarak görülse de (yani Evrimsel süreçte işlevini yitirmiş genlerse de), halen bir kısmı işlev görebilmektedir.

B) İkinci Sınıf Transpozonlar

İkinci Sınıf Transpozonlar, ya da diğer adıyla DNA Transpozonları, ilk sınıfın aksine kendilerini kopyalamazlar ve olduğu gibi yer değiştirirler. Bu transpozonların sıçramaları transpozaz isimli enzimlerle sağlanır. Bu enzimlerin bir kısmı, transpozonların DNA’nın sadece belirli bölgelerine bağlanmasını sağlayabilirken, bir diğer kısmı DNA’nın hemen her bölgesine bağlanmayı sağlayabilir. Temel olarak enzimin yaptığı, transpozonal parçayı DNA üzerinden keserek, iki ucunda “yapışkan” olarak isimlendirdiğimiz parçalar bırakmaktır. Bu “yapışkanlık”, elbette kimyasal çekim gücünden ibarettir; yani bu uçlar bir an önce bağlanmak isterler. DNA polimeraz ve DNA ligaz enzimleri sayesinde sıçradıkları yer doldurulur. Bu işlemler sırasında mutasyonlar meydana gelme ihtimali de çok yüksektir. Kimi zaman bu tip transpozonların da kendilerini kopyaladıkları görülmüştür.

Bu iki sınıf transpozon da, evrimsel süreçte kendilerini kopyalama özelliklerini yitirebilirler; ancak sıçrama özelliklerini yitirdikleri bir duruma hiç rastlanmamıştır; çünkü zaten bir gen parçasını “transpozon” yapan, kendisini DNA üzerinden koparabilecek enzimleri salgılayabilmesidir. Bildiğiniz gibi DNA’nın tek görevi, üretilecek enzimlerin ve proteinlerin dizilimini saklamaktır. İşte transpozonların üzerlerinde kodlanan dizilim ise, kendilerini bulundukları yerden koparıp başka bir yere sıçratacak enzimlerdir. Ayrıca transpozonların sıçrama yeteneklerini kaybetmemelerinin bir diğer sebebi, etraftaki transpozonların enzimlerini kullanarak da sıçrayabilmeleridir.

Pek çok türde, yüzlerce farklı transpozonal gen keşfedilmiştir. Bunların hepsine burada girmeyi gereksiz görüyoruz. Ancak bir fikir vermesi adına, Zea mays türünde Ac/Dc transpozonları; Drosophila melanogaster türünde P elementleri ve Mariner-benzeri elementler; Homo sapiens türünde Alu dizilimleri; Mu fajının kendisi; Saccharomyces ceravisiae türünde Ty1, Ty2, Ty3, Ty4 ve Ty5 transpozonları bunlara birkaç örnektir.

Transpozonların mutajen (mutasyona sebep olucu) olduklarını hatırlatmakta fayda görüyoruz. Çünkü bir transpozon, genellikle sıçradığı bölgedeki işlevsel geni, işlevsiz hale getirecektir. Ayrıca transpozon eğer sıçramadan önce kendisini kopyalamadıysa, boşalan yerden ötürü bu gen de işlev göremeyebilecektir. Ya da transpozonun kendisi işlevselse, kendisini kopyalaması ve farklı yerlere yapıştırması, işlevinin kat kat görülmesine sebep olabilecektir. Yapılan araştırmalarda transpozonların hemofili, Ağır Bileşik Savunma Yetersizliği (SCID), poriferi, kanser, Duchenne kas distrofisi gibi hastalıklara sebep oldukları görülmüştür.

Transpozonların evrimsel süreçte nasıl oluştukları hala bir merak konusudur; ancak gün geçtikçe çözülmektedir. Yapılan araştırmalara göre, transpozonların tıpkı retrovirüsler gibi, tüm canlıların ortak atası olan koaservatlardan itibaren var oldukları düşünülmektedir. Kimi bilim insanı ise, en baştan beri var olan bu yapıların, evrimsel süreçte bağımsız olarak birkaç defa daha evrimleştiğini düşünmektedir. Çoğu transpozon, bilim insanları tarafından “bencil DNA parazitleri” olarak değerlendirilmektedir. Yani transpozonlar, DNA’yı kullanarak kendilerini çoğaltırlar ve hücrenin kaynaklarını kullanırlar; ancak çoğu zaman bulundukları hücreye zarar verirler. Öte yandan çok güçlü bir varyasyon yaratıcısıdırlar.

İlginç bir şekilde, doğada bazı canlılar, özellikle de bazı bakteriler, transpozonların genomlarını bozmalarını engelleyecek bazı mekanizmalar evrimleştirmişlerdir. Örneğin bazı bakterilerde bulunan RNAi (RNA Interference) kullanarak sıçrayan transpozonları yok ederler. Ökaryotik canlılarda da benzer savunma mekanizmaları gelişmiştir. İnsan genomundaki transpozonların bir kısmı uyku halindedir ve hücrenin salgıladığı enzimler sayesinde hareket etmeleri engellenir. Bilimde buna “Uyuyan Güzel transpozon sistemi” denmektedir. Ne var ki, insan da dahil olmak üzere her canlı evrim geçirdiği için, kimi durumda bu “uyuyan” transpozonlar uyanmakta ve yeniden aktif olmaktadır. Örneğin insanda Tc1/mariner-benzeri transpozonunun milyonlarca yıllık bir uykudan sonra yeniden aktif olduğu keşfedilmiştir.

Transpozonlar, günümüzde medikal uygulamalarda da kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle gen terapisinde kullanılan transpozonlar, dışarıdan gen eklenerek istenilen şekilde manipüle edilmektedir.

Tüm bunlardan görülebileceği gibi, Evrim’in sıradığı pek çok mekanizması vardır. Ancak en küçük boyuttan, en büyük boyuta kadar canlılara baktığımızda, her yerde Evrim’in izlerini görmemiz mümkündür. Bu ilginç gen parçaları da bize Evrim hakkında önemli bilgiler vermektedir.

Hayatın Baslangıcına Dair Görüsler



HAYATIN BAŞLANGICI İLE İLGİLİ GÖRÜŞLER
  • Kendiliğinden Oluş (Abiyogenez) Görüş
  • Biyogenez
  • Panspermia Görüş
  • Ototrof Görüş
  • Heterotrof Görüş
  • Yaratılış Görüşü (Efsaneler ve mitolojik yaklaşım)
CANLILARIN EVRİMİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLER
  • Lamarck’ın Evrim İle İlgili Görüşleri
  • Darwin’in Evrim İle İlgili Görüşleri
  • Evrim Bilimine Giriş
Üzerinde yaşadığımız dünyanın elimizdeki bilimsel kanıtlara göre yaklaşık olarak 4.5-5 milyar yıl önce oluştuğu düşünülmektedir.
  • Acaba hayat nasıl başlamıştır?
  • İlk canlı nasıl oluşmuştur?
Bu sorular sürekli olarak insanların ilgisini çekmektedir. İlk canlının oluşumu ve beslenmesi ile ilgili görüşler kendiliğinden oluş, panspermia, ototrof, heterotrof ve yaratılış (efsane ve mitoloji) görüşleridir. Bilim adamları bu konuyla ilgili çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşleri sırasıyla inceleyelim.

Mammal Orders

HAYATIN BAŞLANGICI İLE İLGİLİ GÖRÜŞLER

a. Abiyogenez (Kendiliğinden Oluşum) :

Canlı maddelerin cansız maddelerden kendiliğinden oluşmuştur fikrini savunur. Bu görüşü Aristo ileri sürmüştür. Evrimin tartışmaya açıldığı ilk fikir olması açısından önem taşır.
Yunan flozofu Aristo tarafından ortaya atılan görüşe göre “canlı kendiliğinden var olabilir, yani cansız maddelerden kendiliğinden meydana gelebilir.” Aristo’nun kendiliğinden oluş görüş, döllenmiş yumurta gibi bazı yapıların, bir aktif prensip taşıdığı, bu aktif prensibin uygun koşullarda bir canlıyı oluşturabileceğidir. Aristo aktif prensibi iş yapma yeteneği olarak düşnmüştür.
Günümüzde enerjinin sistemin iş yapabilme yeteneği olduğunu biliyoruz. Buna göre Aristo bir çok bilim adamının çalışmalarına ışık tutmuştur.
Yıllar sonra Belçika’lı bir Fizikçi olan Jean Baptiste Van Helmont Hayatın başlangıcı ile ilgili deneyler yapmıştır. Helmont, kirli bir gömlek ile birkaç buğday başağını bir araya koyduğunda 21 gün sonra farelerin meydana geldiğini görmüştür. Kirli gömleği insan terini içeren aktif prensip olarak düşnmüştür.
Bugünkü bilgilerimizle düşndüğümüzde Helmont’ın deneylerinin kontrollü olmadığını görüyoruz. Çünkü, Helmont, kirli gömlek ve buğday başaklarını kapalı bir kutuya koyup 21 gün bekleseydi deney sonuçlarının tamamen farklı olduğunu ve farenin oluşmadığını gözlemleyebilirdi.
Bu tez;
  • Canlı , cansızdan kendiliğinden ve birden bire oluşur.
  • Oluşan canlı , basit veya evrimleşmiş olabilir.
  • Canlının , cansızdan oluşması süreklidir. İlkelerini savunur

b. Biyogenez

Bir canlının yalnız kendine benzer başka bir canlıdan oluşabileceği görüşüdür.
Biyogenez 1862 de Louis Pasteur ’un yaptığı deneylerle kabul edilmiştir. Günümüzde de geçerlidir.
Pasteur , yaptığı bir dizi kontrollü deneyle canlı , cansızdan oluşur görüşünü yıkmıştır.
Francesco Redi (Françesko Redi) ve Louis Pasteur (Lüi Pastör) adlı bilim adamları Helmont’un aksine kontrollü deneylerle abiyogenez görüşü çürüterek biyogenez görüşnü ortaya atmışlardır.
Mikroskobun icadı, canlıların oluşumu ile ilgili görüşlerde yeni bir çağ açtı.gözle görülmeyen mikroorganizmaların var olduğunun anlaşılması olaya yeni bir bakış açısı getirdi. Kaynamış saman suyundan canlıların meydana gelişini, abiogenezciler saman ve suya dayandırırlarken, biyogenezciler, havadaki mikrorganizmaların sporlarının samana karışmasıyla yeni canlıların oluştuğunu savunuyorlardı. Bu duruma açıklık getirmeyi amaçlayan birçok deney yapıldı.
Örneğin; et suyunu kaynatıp ağzını sıkıca kapattığı bir şişeye koyarak bekleten Needham, birkaç gün sonra şişede mikroorganizmaların meydana geldiğini gördü. Bunun ardından Spallanzani, aynı deneyi tekrarladığından mikroorganizmaların oluşmadığını gözlemledi. Çünkü deneyince kaynamış et suyunu steril olması dakikalarca kaynatılması kapların kapatma sisteminin çok iyi yapılması, kap içine hava girişinin tam olarak engellenmesi gerekiyordu.
Abiyogenezciler bu deneylere, kendiliğinden oluş için havanın mutlaka gerekli olduğu şeklinde itiraz ettiler. Ancak tüm bunlara en iyi yanıt Pastör tarafından geldi. Pastör deneyinde şeker katılmış maya mantarları suyu kullandı.hava gerçekten mikroorganizma sporu içermiyorsa deney ortamının canlı oluşturmayacağı sonucuna vardı.
Bu sonuçları elde ettiği deneylerinde ağız kısmı uzun cam borular kullanan Pastör bu cam balonların ağız kısmını ısıtıp kuğu koynu şeklinde eğdi. Cam balonları içlerindeki organik madde ile kaynatarak kuğu boynu gibi olan açık ağız kısmında su buharının çıkışını izledi. (su buharı cam borda bulunan tüm mikroorganizmalı öldürmüştü.) Sonra bu cam balonlar soğumaya bırakıldı. Kıvrık ağız kısmının görevi borudan balona giren havadaki küçük cisimleri ve mikroorganizma sporlarını cam balon içindeki sıvı organik maddeye ulaşmadan tutmaktı. Gerçektende bu şekilde ağızları açık olarak bekletilen cam balondaki organik besin ortamdaki yıllarca steril kaldı.
Böylece biyogeneze göre :”Canlılar kendilerinden önce yaşayan diğer canlılardan oluşurlar” görüşü doğruluk kazandı, abiyogenez terk edildi.

c. Panspermia Hipotezi

Bu görüşe göre ilk canlı dünya dışında, yani başka gezegenlerde oluşmuştur. Daha sonra bu canlıların spor yada tohumları göktaşları ile dünyaya taşınmış ve canlılık başlamıştır. Canlılığın nasıl oluştuğu hakkında açıklama getiremeyen bir görüştür. Ayrıca bugünkü bilgilere göre spor ve tohumların uzayda, dünyaya gelişleri sırasında sıcaklık, basınç, zararlı ışınlar vb. koşullara dayanması mümkün görülmemektedir. Ancak imkansız da değildir.
Panspermia (sperma, tohum) hipotezi şudur: yaşamın kökü olan “tohumlar” tüm evrene dağılmış şekilde bulunmaktadır dolayısıyla dünyada yaşamın kökeni bu yaşam kaynağı olan tohumlardan meydana gelmiş olabilir.
Exogenesis (“dış köken”) daha kısıtlı bir hipotezdir ve ve Dünyadaki yaşamın evrendeki bir yerden nasıl olduğu belirsiz bir şekilde dünyaya aktarıldığını iddia etmektedir. Panspermia terimi daha çok bilindiğinden exogenesis olarak adlandırılması gereken iddialar için de kullanılmaktadır.
Bu konuda bilinen ilk düşünce MÖ 5. yy’da Yunan düşünürü Anaksagoras’a aittir. Panspermia varsayımı, 1743 yılında, uzaydan gelen mikropların okyanuslara düştüğü ve önce balıklara, sonra amfibiyumlara, sürüngenlere ve en sonra memelilere dönüştüğünü iddia eden Benoît de Maillet yazılarında belirene kadar rafa kaldırılmıştı. Ondokuzuncu yüzyılda modern bir biçimde Jöns Jacob Berzelius (1834)’ün ve Kelvin (1871), Hermann von Helmholtz (1879) ve daha sonra, Svante Arrhenius’un (1903) da içinde bulunduğu çeşitli bilim insanları tarafından tekrar gündeme getirildi.
Hayat uzaydan mı geldi?
Görüşler yeni değil, görüşleri destekleyen bulgular yeni yeni elde ediliyor
Apollo 16′nın 1971 yılında dünyaya getirdiği Ay toprağı örneklerini bir kez daha inceleyen bilimadamları dünyamızdaki hayatın uzaydan geldiği idialarını destekleyen bir sonuçla karşılaştılar.
Dünyamızın atmosferi, jeolojik tarihini okuyabileceğimiz maddelerin kısa zamanda bozulmasına neden oluyor. Bu nedenle bilimadamları dünyanın uydusu Ay’a bakma yoluna gidiyor.
METEORLAR YIKIM DEĞİL ÇEŞİTLİLİK GETİRDİ
Yapılan incelemelerde Ay’ın bundan 400 milyon yıl önce ağır bir göktaşı bombardımanına maruz kaldığı ortaya çıktı. Ayın burnunun dibindeki Dünya’nın aynı bombardımandan etkilenmemiş olduğu düşünülemez.
Berkeley Üniversitesi’nde görevli bilimadamlarından Richard Muller konu hakkında şöyle konuşuyor: ‘Meteor hareketlerinde 400 milyon yıl önceki artış yeryüzündeki Kambriyen Çağı ile aynı zamana rastlıyor. Bu çağda yeryüzünde ansızın birçok yaşam biçimleri ortaya çıktı. Balıklar, kuşlar ve insanın ataları konumundaki canlılar hep bu çağda yeryüzünde görülmeye başladılar. Çoğu insan yeryüzüne düşen meteorların yıkıma neden olduğunu düşünmekte. Oysa bu çarpmalar hayatın çeşitlilik kazanmasına, renklenmesine de neden olmuş olabilir.’
Araştırmalar, Ay’dan getirilen ve meteor çarpmaları sonucunda camlaşmış küçük taneler üzerinde yapıldı. Bu taneler birer küçük radyoaktif saat niteliğini taşıyor. Böylece yaşlarını hesaplamak da kolaylaşıyor. İçerdikleri potasyumun argon gazına dönüşmesi süreci değerlendirilerek taneciklerin yaşları ölçülebiliyor.
Ancak araştırmacılardan Paul Renne Ay’dan daha fazla numune getirilmesi gerektiğine işaret ederek ‘Henüz bilmemiz gereken her şeyi bilebildiğimiz bir konumda değiliz. Daha çok numuneye ihtiyacımız var’ şeklinde konuşuyor.
GÖRÜŞ YENİ DEĞİL, BULGU YENİ
Aslında bu konudaki görüşler yeni değil. Ama görüşleri destekleyen bulguların elde edilmeye başlanması yeni yeni gerçekleşmekte.
Bu bulgulardan biri bilim dünyasına bomba gibi düşen 1996 tarihli NASA keşfi.
7 Ağustos 1996′da NASA’dan yapılan açıklamada, Mars orijinli bir göktaşında, bundan 3.6 milyar yıl önce Mars’ta ilkel bir yaşam biçimine kanıt gösterilebilecek izler bulunduğu ifade edilmişti.
Konuya ilişkin bir makale yazan bilimadamı Paul Lutus (1985′te Oregon Bilim Akademisi tarafından yılın bilimadamı seçilmiştir) bu araştırmaları şöyle özetliyor:
‘Öncelikle Mars’a insanlı ya da insansız uzay araçları göndererek daha fazla numune elde etmeliyiz. Oradaki yaşamın DNA temelli bir yaşam olup olmadığını saptamalıyız.
HER CANLI DNA TEMELLİ OLMAYABİLİR
Eğer oradaki yaşam dünyadakinin aksine DNA temelli değilse bundan şu sonuç çıkar:
Her gezegendeki yaşam biçimi, o gezegenin kendi özelliklerine bağlı olarak gelişir. Bu özellikler arasında sıcaklık, atmosfer basıncı, sıvı durumdaki suyun varlığı ve nitelikleri ile bu şartların uygun süre mevcudiyetini koruması sayılabilir. Bunun da anlamı her gezegenin potansiyel bir yaşam mekanı olduğudur.
Ancak Mars’taki yaşam DNA temelli ise bu durumda Dünya’daki ve Mars’taki yaşamın kökenlerinin aynı olduğunu düşünmemiz gerekecektir. DNA, farklı koşullar altında aynı şekilde gelişecek kadar basit bir mekanizma değildir çünkü.
Bu durumda da şu üç sonuç ortaya çıkar:
  • 1. Dünyadaki DNA bir şekilde Mars’a ulaştı
  • 2. Mars’taki DNA bir şekilde Dünya’ya ulaştı.
  • 3. Mars ve Dünya aynı kaynak tarafından tohumlandı.
Bu üçüncü alternatif uzun bir zamandır Panspermia adıyla bilinen bir teori şeklinde varlığını sürdürmekte.
Panspermia, yeryüzündeki tüm yaşamın dünyadışı zeki yaratıklarca ve belli bir sebepten ötürü başlatıldığını iddia eder. Teori, kanıt dışında varlığını sürdürmek için her şeye sahiptir.’
Bu bilgiler ışığında Rus bilimadamları Stanislav Zhmur ve Lyudmilla Gerasimenko’nun araştırmalarına da yer vermek istiyoruz.
Zhmur ve Gerasimenko, 1999′da ABD’nin Denver şehrinde yapılan bilimsel bir toplantıya bazı resimler sundu.
Resimler, Murchinson, Efremovka ve Allende adlı meteorlarda yer alan bazı oluşumlara aitti. İşin ilginci bu oluşumlar morfolojik olarak düpedüz yeryüzünde de bilinen mikroorganizmalara benzemekteydi.
Bu bulgular hakkında Zhmur şunları söylüyor:
‘Meteorlarda bulunan bakteriyomorfolojik yapılar ile yeryüzünde bilinen organik yapılar arasındaki benzerlik bize yaşamın kaynağının tek olduğunu işaret etmeli. Yaptığımız araştırmalarda Güneş Sistemi’ndeki çeşitli objelerde yaşamın, o objelerin oluşumundan daha önce de var olduğunu ortaya koydu. Bu da Panspermia teorisinin doğruluğunu kanıtlayacak bir bulgu bence.’
Bilim adamları Ay’dan getirilen toprak örneklerini bir kez daha inceleyince şaşırtıcı bir sonuçla karşılaştılar: Hayat, uzaydan gelmiş olabilir! 400 milyon yıl önce Ay yoğun bir göktaşı bombardımanı yaşarken, dünyada tek hücreli canlılar yaşıyor; canlı çeşitliliği görülmüyordu. Sonra birden bire, dünyadaki hayat çeşitleniverdi; balıklar, kuşlar, sürüngenler ortaya çıktı.
GRİP DE Mİ UZAYDAN GELİYOR
Astrofizikçi Sir Fred Hoyle ve Cardiff Üniversitesi’nde görevli meslektaşı Chandra Wickramasinghe yaptıkları gözlemler sonucunda yeryüzündeki grip salgınlarının uzaydan gelen virüslerce tetiklendiğini açıkladılar.
1918-19 tarihlerinde Dünya’yı kasıp kavuran grip salgının Boston’da ve Bombay’da aynı günde başladığı bilgisi üzerine konuyu araştırmaya başlayan bu iki bilimadamı 1761′den bu yana yaşanan tüm salgınlarda Güneş lekelerinin aktiviteleri ile enteresan bir paralellik olduğuna dikkat çekiyorlar.
Virüs taşıyan ve kuyrukluyıldız kaynaklı toz taneciklerinin atmosferin üst tabakalarında asılı olduğunu ve Güneş’te meydana gelen lekeler ve patlamaların neden olduğu enerji boşalımları ile yeryüzüne inerek hastalığın yayılmasına yol açtığını iddia ediyor bu bilimadamları. Grip salgınlarının 11 yıllık Güneş lekesi periyotlarına paralel yayılması bu görüşü destekler nitelikte.
Bu görüş evrim açısından pek çok tartışmayı da birlikte getirmiştir. Bazı soruların cevapları bilim adamları tarfından hala aranmaktadır.

d. Ototrof Hipotezi

Tüm canlı organizmaların hayatta kalmaları için besine ihtiyaç duydukları düşünülecek olursa, ilk canlının da kendi besinini kendisinin yapması gerekliliği ortaya çıkar. İşte bu görüşe göre ilk canlı kendi besinini üretebilen ototrof bir canlıdır. Diğer canlılar da bunlardan meydana gelmiştir.
Ancak bugünkü anlamda ototrofların, dünyanın oluştuğu ilk günlerdeki gibi olumsuz ve basit çevrede oluşması mümkün değildir. Ototrofların bu ilk kompleks yapıyı kazanmaları için milyonlarca yıllık değişime uğramaları gerekir.
Ototrof görüşü ilk canlının, kompleks bir organizma olarak basit bir çevrede oluştuğunu ileri sürer. Fakat canlının oluşumunu açıklamaktan ziyade ilk canlının nasıl beslendiğini açıklayan görüştür. İlk ototrofun nasıl meydana geldiğini açıklamadığı için de fazla destek bulamamıştır.
Ototroflar yapısal bileşikleri ve enerji gereksinimleri için fotosentez yada kemosentez yoluyla inorganik moleküllerden organik moleküller üretirler. Basit inorganik bileşiklerden organik bileşikler oluşturulması evrimsel açıdan ileri bir basamak gibi görülmektedir. Bu yüzden ototroflar gelişmiş canlılardır. Bu görüşe göre, ilk canlı kendi besinini kendi üreten ototrof bir canlıdır. Bunlardan da diğer canlılar meydana gelmiştir. Ancak bugünkü anlamdaki otorofların, dünyanın oluştuğu ilk günlerdeki gibi olumsuz ve basit bir çevrede oluşması mümkün görülmemektedir.
Bazı biyologlar ,ilk meydana gelen canlının, böyle kendi besinini üretebilecek kadar karmaşık bir yapıya sahip olamayacağını belirterek, ototrof hipotezini reddetmektedirler. Ototrof canlının bu karmaşık yapıyı kazanabilmesi için milyonlarca yıllık değişmeler geçirmesi gerektiğini savunan bilim adamları vardır. Kendi besinini üreten organizmanın nasıl meydana geldiği açıklanamadığı için , ototrof hipotezine karşı daha sonra heterotrof hipotezi ileri sürülmüştür.

e. Heterotrof Hipotezi :

İlk canlı dünyanın geçirdiği uzun süren kimyasal evrim sonucu ortaya çıkan özel koşullarda uzun süren bir zaman diliminde çok basit olarak oluşmuştur.Heterotrof hipotezi Oparin ve Halden tarafından ileri sürülmüştür.
İlk atmosferdeki basit gazlar ilk atmosfer koşullarındaki enerjilerle iyonlaşıp birleşerek ilk organik molekülleri oluşturur. Kanıt : Wöhler deneyi : CO2 + NH3 ® ÜreMiller deneyi : CH4 , NH3 , H2O , H2 Mor ötesi ve elektrik şarjıyla organik moleküllere dönüşür.
Oluşan basit organik moleküller kimyasal yolla birbirini etkileyerek kompleksleşmişlerdir.Kanıt : FOX deneyi; Erime noktasına kadar ısıtılan aminoasitlerden bir çeşit proten elde etmiştir.
Sulara taşınan kompleks moleküller arasındaki çarpışmalarla elektron alışverişi olmuş iyonlaşmışlardır. Farklı yüklü iyonlar birbirini çekerek organik molekül kümeleri oluşur. Yoğun olan bu moleküller su difüzyonuyla sudan zarımsı bir yapıyla çevrilerek KOASERVAT’ı meydana getirir.
Hücre öncüsü diyebileceğimiz koaservatların dayanıklı olanları evrimleşerek ilk heterotrofları oluşturur.
  • *İlk organizmaların kendi besinini hazır olarak aldıklarını iddia eder.
  • *Canlı , cansızdan uzun süren bir evrim sonucu oluşmuştur.
  • *Oluşan canlı basit yapılıdır.
  • *Canlı , cansız maddeden bir kez oluşur. Sonraki canlılar bu canlıdan ortaya çıkar.
  • *Bu hipotez canlı oluşumunu Dünyanın oluşumunu paralel olarak izah eder.
  • *Heterotrof hipotezi evrim teorisine dayanır.
  • *Heterotrof hipotezi ile abiyogenez cansızdan , canlı oluşmuştur fikrini savunurlar.
Hipotezin şematik izahı :
  • İnorganik moleküller
  • (H2O , NH3 , CH4 , H2 ) [ İlkel atmosferde varolduğu kabul edilen gazlar.]
  • Sıcaklık ve U.V. ışınlar.
  • Basit organik moleküller( Aminoasitler vb. )
  • Sıcaklık
  • Kompleks organik moleküller( Protein , yağ , karbonhidrat )
Koaservat:
(Bir sıvı içerisinde bir arada duran protein , enzim ve benzeri maddelerden oluşan kümeler.)
Nükleoprotein yapılar ve ilkel heterotrof canlı oluşur.
İlk canlının oluşumunu formülleştirirsek:
Basit gazlar———- Aminoasit———- Protein——— Koeservat
Miller Fox Oparin
Koeservatların Özellikleri:
  • 1) Dış ortamdan ayıran zarları vardır.
  • 2) Büyüme ve çoğalma yetenekleri vardır.
  • 3) PH değişimlerine karşı dayanıksızdırlar. Ancak dayanıklı olarak evrimleşerek hayatın öncüsü olan organik molekül kümesini oluşturmuştur.
  • 4) Brown ( titreme , sigillenme) hareketi gösterirler.
  • 5) Hücresel zar yapma ve büyük molekülleri sentezlemek için gerekli enerjiyi organik moleküllerin bağlarındaki kimyasal enerjiden sağlar.
Heteretrof hipotezini destekleyen varsayımlar.
  • 1) İlkel atmosfer bugünkünden farklı yapıda idi .
  • 2) İlk canlı oluşmadan önce organik moleküller oluşmuştur.
  • 3) İlk organik moleküller ilkel atmosferdeki gazlardan yapılırlar.
  • 4) İlkel canlı cansız maddelerin uzun süren kimyasal evrimi ile oluşur basit yapılıdır , hazır besinle beslenir , oksijensiz solunum yapar.
  • 5) Fotosentezin evrimi ile ilkel atmosferin yapısı değişmiştir. Atmosfere oksijen girmiştir.
  • 6) oksijenli solunum fotosentezden sonra evrimleşmiştir
Hipotez iki yönden önemlidir.
  • 1.Evrimci bir anlayışa sahiptir.
  • 2.Miller bu konuda başarılı deneyler yapmıştır.Fakat deneyde kullanılan gazların ilk atmosferde varolduğunun ispatlanması söz konusu değildir.Uzun sürede oluştuğu belirtilen maddelerin , Miller deneyinde bir hafta gibi kısa bir zamanda oluşturulması bu hipoteze karşı tenkitlere yol açmıştır.

f. Yaradılış Görüşü (Efsaneler ve mitolojik yaklaşım)

Tamamen inanç temellidir. Evreni 7 günde tanrını yarattığı ve insanı da 7. günde yer yüzüne indirdiği inancına dayanır. Toplumdan topluma ve kültürel düzeye göre farklı görüşler mevcuttur. Yahudi inancına göre, Hint mitolojilerine, Türk şamanizmine ve Çin mitolojilerine göre vb. görüşler mevcuttur.
Bilimsel bir değeri ve geçerliliği yoktur.
Evolution Tree Poster

· Evrim Teorisi:

Evrim , canlı ve cansızların uzun bir süreç içinde geçirdiği ve geçirmekte olduğu değişiklikleri açıklar.

Evrim nedir?

13.7 milyar yıl öncesinden başlayarak maddenin daha karmaşık, daha örgütlü yapılar oluşturması, adınadoğa yasaları dediğimiz fiziksel güçlerin, soğumakta olan madde üzerindeki etkileriyle açıklanabilmektedir. Kuarkların proton ve nötronları, proton ve nötronların atomları, atomların molekülleri ve daha büyük molekülleri oluşturmasıyla başlayan süreç, evrenin genleşmesi ve soğumasına paralel olarak aradan geçen milyonlarca yıl içinde bilebildiğimiz evrenin her noktasında çeşitli adlarla nitelendirdiğimiz daha büyük yapıların ortaya çıkmasına da neden olmuştur.
Maddenin inorganik evrimi olarak adlandırdığımız bu süreç, oluşan yapılar içinde ortaya çıkan farklı koşullara bağlı olarak nitel bir sıçrama göstermiş ve adına canlılık dediğimiz organik dönüşümleri de meydana getirebilmiştir. Evrim bu bakımdan sadece biyolojik bir anlam taşımamakta, aynı zamanda evrensel bir kuram ve tarihsel bir süreç olarak da tanımlanmaktadır.
Oluşma ve gelişme yönünde aşamalı (kademeli, adım adım) biçim değiştirme “evrim” diye tanımlanır.
Bilimsel anlamda evrim,canlı varlıkların son “hal ve görünüş” leri doğrultusundaki biçim değiştirmelerini inceler. İnsanın kökeni, hayatın nasıl başladığı, şimdiye kadar geçirdiği değişimler hepimizin aklını kurcalayan sorular, daha doğrusu sorunlardır. Genel anlamda evrim ikiye ayrılır:
  • 1-Hayvan ve bitkilerin devamlı şekilde, sistemli olarak biçim değiştirmeleri anlamına ORGANİK evrim.
  • 2-Fiziksel çevrenin şekil almamış maddelerden oluşumu anlamına İNORGANİK evrim.

Biyolojik evrim

Eski Yunan düşünürleri, Thabes, Empedokles, Demokritos, Heraklit gibi bilge kişiler “evrim” konusunda bazı görüşler ortaya sürmüşlerdi. Ortaçağ’da bağnazlık, kilise baskısı,özgür düşünceye karşı din adamları yüzünden, “evrim” teorisi üzerine eğilen kimse çıkmadı. 15 yüzyılda bilimsel görüş ve deneysel açıklamalar gene ağırlık kazanmaya başladığında, bilim adamları evrim konusunu tekrar ele aldılar. Francis Bacon,Decartes (Dekart), Leibnitz, Kant ve belirli diğer bazı düşünürler,evrim teorisiyle ilgili eserler verdiler. Yeni görüşler getirdiler. Buna rağmen,modern anlamıyla evrim teorisinin kurucusu ünlü Fransız bilim adamı Georges ( Corc) Buffon’dur. 1707 ile 1788 yılları arasında yaşamış olan Buffon (Genel ve Özel Tabii Tarih) adını taşıyan eseriyle, tabiat konusundaki belirli gerçekleri bilimsel bir açıdan ortaya koydu. Bu 44 ciltlik dev eserle, 1753 yılında “Fransız Akademisi” ne üye seçildi.
Koaservat —————-à Heterotrof ——————-àOtotrof
(O2 siz solunum)à (Klorofil gelişti) à(Madde ve O2 sentezlendi)à(O2 li solunum başladı)
Biyolojik evrimin en basit tanımı, değişerek türemedir. Bu tanım hem küçük ölçekte evrimi (yani bir popülasyonun içinde gen sıklıklarının nesilden nesile değişmesini) hem de büyük ölçekte evrimi (yani aradan bir çok nesilin geçmesiyle ortak bir atadan farklı türlerin türemesini) kapsar. Evrim yaşamın tarihini anlamamızı sağlar.
Ünlü İngiliz bilim adamı Charles Darwin’in büyükbabası Erasmus Darwintle, ünlü Alman şair ve filozofu Goethe(Göte) de “evrim” konusuna ilişkin çalışmalar yaptılar. Fakat evrim teorisinin geliştirilmesi az önce değinmiş olduğumuz Charles Darwin tarafından yapıldığı için, bu teori “Darvinizm” diye de tanımlanır.
Dünyadaki canlı ya da cansız herşey çevre koşulları ile zamanla değişikliğe uğrar.Değişikliğe uğramış canlı ya da cansız madde doğa yasaları ile -*test*-(‘”) edilir. Çevrede radikal değişiklik yok ise canlı değişmeyebileceği gibi değişebilir de. Değişim hızlı veya yavaş olabilir.
Biyolojik evrimde temel fikir, Dünya üzerindeki bütün yaşamın ortak bir atası olduğudur. Tıpkı sizin büyükannenizin kuzenlerinizin de büyükannesi olması gibi…
Evrim kavramsal olarak değişim ve dönüşüm anlamında kullanılmaktadır. Cansız varlıklardaki değişim ve dönüşüm inorganik evrim, canlı varlıklardaki değişim ve dönüşüm ise biyolojik evrim olarak nitelendirilir.Biyolojik evrim canlı türlerinin zaman içinde nesilden nesile değişime uğrayarak önceki halinden farklı özellikler kazanmasıdır. Bu bakımdan evrim, bir canlı popülasyonunun genetik özelliklerinin zaman içinde değişimidir. Evrim kuramının temel dayanağı olan doğal seçilim (doğal ayıklanma) Charles Darwin tarafından ortaya konulmuştur. Üç temel dayanağı vardır:
Genetik özelliklerin sürekliliğini sağlayan kalıtım
Farklı karakterlerin popülasyon içindeki zenginliğini sağlayan çeşitlilik
Farklı karakterlerden doğadaki koşullara en uygun olanının hayatta kalmasını sağlayan seçilim
Değişim, canlı türlerinin yaşama ve üremesini olumlu yönde etkilemiş ise canlı yeni şekil almış hali ile yoluna devam eder, olumsuz değişiklik olmuşsa canlı belirli bir zaman diliminde veya aniden soyu tükenir.(4.5 milyar yılda dünyadaki hayvan ve bitki türlerinin %97′si yok olmuştur)
Bir canlının soyundan yeni türler çıkabilir,bunlar aynı veya farklı çevrelerde yaşayabilirler.
Çevre Koşulları: Canlı veya cansız maddenin içinde bulunduğu ortamı etkileyen her türlü iç ve dış etki. Bunlara kısaca örnek verelim;
Sıcaklık, sıcaklığın değişim hızı, nükleer radyasyon, atmosferdeki gazların oran ve çeşitliliği, dış uzaydan gelen her tür ışınım ve madde,ortamdaki diğer canlıların besin,zincirindeki,barınma durumundaki değişiklikler, canlının yaşadığı doğal çevrenin değişimi (yıldırım düşmesi ile yanan ormanlar ve o bölgeden ayrılma veya o bölgeye gelme), depremler, volkanik etkinlikler nedeniyle oluşan değişiklikler… gibi binlerce etken sayılabilir.
Bir canlı ani bir değişiklikle kısa sürede başka bir türe dönüşebildiği gibi,dönüşüm uzun zaman da alabilir.Canlı milyonlarca yıl değişmeden de kalabilir. Dolayısıyla belirli bir sürede her canlı mutlaka değişecek diye bir kural yoktur.
Görünen çevre koşulları değişmediği halde canlının iç dinamiği ve cinsel seçilim gibi nedenlerle,gözle görünmeyen nedenlerle canlı değişebilir, değişmeyebilir de.
Her canlı,cansız çevre koşullarına aynı değişim tepkisi vermez veya değişmeme tepkisi vermez.
Evrim mükemmele,daha iyiye gidiş değildir.Doğada daha iyinin tanımı şudur; canlı yaşama ve üremesini, beslenmesini yaşadığı çevrede sağlayabiliyorsa o canlı mükemmeldir.
Dolayısıyla bu gün hayatta kalan her tür mükemmeldir.
Doğaya ve değişimine uymuştur,daha doğrusu uymak için çaba göstermemiş ama kendisindeki değişimler “o zaman dilimindeki doğa,çevre koşulları ile uyumlu halde olmuştur”.
Bilim adamlarının görüş ve açıklamalarına göre, evrim tamamlanmış bir oluşum değildir. Devam etmektedir ve devam edip gidecektir. Evrim teorisini kabullenen kimseler, çevrenin evrim üzerinde büyük ölçüde “etkin” olduğuna inanırlar. Onlara göre, canlılar bulundukları çevreyle ilgili olarak değişmek ihtiyacını duyarlar. Başka türlü söylemek gerekirse, yaşadıkları çevreye göre değişme ihtiyacı içindedirler. Bu değişim,onların yetenekleri ölçü ve oranında olur. Böylece ortaya belirli bazı özellikler çıkacaktır.
İnsanlar da, hayvanları evcilleştirmek,evcil hayvanlar ve kendilerine yararlı bitkileri üretmekle, yetiştirmekle evrim hareketine katkıda bulunmuşlardır. Bunun nedeni, evcilleşen hayvanların çevrelerine göre değişmeleridir.
1831 yılında İngiliz Hükümetinin düzenlediği bilimsel bir inceleme ve araştırma gezisine katılan Charles Darwin,bir gemiyle dolaştığı Güney Amerika kıyıları, Glapagos, Avustralya, Yeni Zelanda ve Tasraanya’yı gördükten sonra,dönüşünde “Türlerin Doğuşu” adlı eserini yazdı. Bu eser ve ardından 12 yıl arayla kaleme aldığı “İnsanın Gelişi” adındaki kitap,bilim dünyasında ve dini çevrelerde büyük tepkiler yarattı. Darwin insanların ilk atalarının dört ayaklı, kuyruklu, uzun tüylü, maymunumsu garip bir yaratık olduğunu söylüyor ve “tabii ayıklanma” diye bir teorinin geçerliliğini ortaya sürüyordu.
Bu teoriye göre, yeryüzünde bitkiler ve canlılar ürkütücü bir hızla artmaktadır. Dünyamız bunların hepsini barındırmak için yeterli değildir. Dolayısıyla, Darwin’in “tabii ayıklanma” diye tanımladığı bir tabiat kanunu kendiliğinden oluşmuştur. Var olmak için yeterince güçlüler, kendilerini çevreleyen şartlara ayak uydurabilenler hayatta kalırlar. Var olma ve yaşam savaşı için gerekli özellikler,kuşaktan kuşağa geçerler.

Kimyasal evrim:

CH4 U.V.ışınlar-Şimşek-Yıldırım——————-à A.asit Protein
NH2 Yağmur ———-à Isı Yağ asitleri Karbonhidrat
H2 -Gliserin ——à Yağ ————— Koaservat
H2O (O2 yok) ————àMonosakkaritler Vitamin
Nucleotidler———à Nucleik asitler

Evrim Kronolojisi

İnsanın kökeni hakkındaki varsayımlar incelendikçe, soyağacının biçimlenişine ilişkin yaygın kuramın dışında, başka tezler de gündeme geliyor. Bunlar; insan olmanın özellikleri olarak kabul ettiğimiz dil, bilinç, yaşam sağlama ve teknolojinin evrimini kapsamakta.
İnsansı maymunun bizlere dek uzanan yaşamsal uyumlarını gerçekleştirebilen atalarımızın yani Homo Sapienslerin, Dünya üzerindeki tarihine, kronolojik açıdan baktığımızda şöyle bir gelişim çizgisiyle karşılaşıyoruz:
  • · 4.600.000.000 yıl önce, Güneş, Dünya ve sistemimizdeki diğer gezegenler, toz ve gaz bulutundan oluştu.
  • · 3.500.000.000 yıl önce, yaşamın ilk belirtileri olan, bakteriler ve algler gibi ilkel hücreler meydana geldi. Bu tür hücrelerin benzerleri günümüzde de yaşamaktadır.
  • · 1.400.000.000 yıl önce, tek hücreli, fakat daha büyük organizmalar gelişti. Üreme ve kalıtım işlevlerini yapan bir çekirdekleri vardı.
  • · 700.000.000 yıl önce, çekirdekleri bulunan hücreler birleşerek insanların da dahil edileceği çok hücreli organizmaları meydana getirdiler. Çok hücreliler de evrim geçirip bitki ve hayvan şeklinde sayısız bölümlere ayrıldılar.
  • · 550.000.000 yıl önce, ilk hayvanlar ortaya çıktı. Bunlar, solucanlara ve deniz yıldızlarına benziyorlardı. İskelet ve sinir sistemi belirtileri vardı. Ayrıca, solungaçları da beliriyordu.
  • · 510.000.000 yıl önce, omurilikleri olan canlılar meydana geldi. İnsanlar bu türe aittir. İlk türeyen omurilikliler, çeneleri olmayan, balığa benzer yaratıklardı. Bir süre sonra çeneleri de gelişti.
  • · 500.000.000 yıl önce, çenesi, omuriliği, kıkırdaklı çubukları olan canlılara rastlandı. Sonradan ikişer kol ve bacak şekillendi.
  • · 450.000.000 yıl önce köpek balığına benzeyen, kıkırdaktan iskeleti olan türler görünmeye başladı. Daha sonra, kemikten iskelet meydana geldi.
  • · 425.000.000 yıl önce, ömürlerinin çoğunu su dışında geçirebilen yaratıklar türemeye başladı. Çıkıntılı yüzgeçleri, bacağa dönüştü. Basit akciğerler oluştu. Bu türün bir örneği kurbağalardır. O sırada karalar, 50.000.000 yıldan beri, bitkilerin egemenliği altındaydı. Bitkilerden sonra, kısa sürede salyangozlar, örümcekler ve böcekler gibi organizmalar belirdi.
  • ·350.000.000 yıl önce, organizmalar, artık suya bağımlı olmaktan kurtulmuşlardı. Bunlar yılan ve kertenkele şeklinde çok iri hayvanlardı.
  • · 270.000.000 yıl önce, sıcakkanlılık olgusunu geliştiren sürüngenlerden kuşlar,
  • · 200.000.000 yıl önce, kır farelerine benzeyen memeliler gelişti.
  • · 100.000.000 yıl önce, memeliler bebeklerini yumurtadan çıkarmaya, bazı türleri de bebeği vücudun içinde iken göbek bağı ile beslemeye başladılar. İnsanlar bu türden gelmektedir.
  • · 75.000.000 yıl önce, böcek yiyen ilk primatlar kabul edilen ağaç fareleri görüldü.
  • · 65.000.000 yıl önce, büyük sürüngenler ortadan kalkmaya başladı. Bazı memeliler ve sürüngenler felaketi atlatmayı başardılar. Dev memelilerin soyu tükendi. Göbek bağlılar, Dünya’ya egemen oldu. Memelilerin beyinleri gelişmeye başladı. İlk primatların beyinleri, gövdenin %5’ine ulaştı.
  • · 55.000.000 yıl önce, iki gözü başın önünde birbirine yakın şekilde yeralan primatlar, 35.000.000 yıl önce de, insan ve maymunların atası olan, insan benzeri primatlar türedi. Rahatça oturabiliyorlardı.
  • · 30.000.000 yıl önce, maymunların bir kolu evrim geçirerek insanımsı görünüşlü maymun türüne dönüştü.
  • · 17.000.000 yıl önce, büyük maymunlar türemeye başladı. Çok iri bir gorile benziyorlardı.
  • · 8.000.000 yıl önce, büyük maymunlardan insanı andıran Hominidler ortaya çıktı. Bunlar 120 cm boyundaydı, beyinleri 562 gramdı. İlk Hominidler, o güne kadarki en akıllı kara hayvanlarıydı. Ayakta durabiliyor ve dik yürüyebiliyorlardı. Bu türe ait en eski kalıntılar, insanlığın beşiği kabul edilen Afrika’nın doğusunda bulunmuştur. Yavrularını kalp atışına yakın tutmak için sol kollarında taşıyorlardı. Serbest kalan sağ kollarını başka amaçlarla kullandılar. İnsanlara özgü bir özellik olan sağ eli kullanma eğilimi buradan gelmektedir.
  • · 3.000.000 yıl önce, türler biraz daha irileşti. Beyinleri de büyüdü. Bizimkinin 1/3‘üne ulaştı.
  • · 2.000.000 yıl önce, bize çok benzeyen bir tür (Homo Habilis) meydana geldi. 700 gram ağırlığında beyni ve yuvarlak başı vardı. Henüz konuşamıyorsa da, çeşitli sesler çıkarıyordu. Elleri ve ayakları modern insanınkine benziyordu. Yiyecek toplamak yerine, avlanan ilk canlıydı.
  • · 1.600.000 yıl önce, Homo Erektus (dik duran insan) türü gelişti.180 cm boyunda 70 kg ağırlığındaydı. Beyni, bugünkü insan beyninin dörtte üçü kadardı. İlk defa bilinçli şekilde ateşi kullandı.
  • · 200.000 yıl önce, hem vücut hem de beyin ölçüleri bizimkine yakın olan Neanderthal insanı,
  • · 50.000 yıl önce ise, modern insan Homo Sapiens ortaya çıktı.
  • · 25.000 yıl önce, Homo Sapiens, Amerika ve Avustralya’ya ulaştı.
  • · 10.000 yıl önce, hayvan yetiştirmeye, kentler inşa etmeye başladı. Bu dönem uygarlığın başlangıcıdır.
  • · 5.000 yıl önce, Sümerler yazıyı icat etti.
  • · 3500 yıl önce, demir yapımı başladı ve büyük imparatorluklar çağı geldi.
  • · 500 yıl önce, barut ve top icat edildi. Matbaa makineleri gelişti. Modern çağ başladı.
  • · 200 yıl önce yapılan buhar makinesiyle birlikte, Sanayi Devrimi’nin temelleri atıldı.
  • · 40 yıl önce, Nükleer silahlar yapıldı.
  • · 30 yıl önce Uzay çağı başladı…
Tarihleme metotlarındaki gelişmeler ve yeni bulunan kalıntılar, evrimle ilgili bilgilerimizi farklılaştırabilmektedir. Bu konuda tek noktalı anlayış yerine artık “çok noktalı evrim” fikri benimsenmektedir. Neanderthellerle bugünkü insan arasındaki doğrudan atalık ilişkisini yadsıyan çağdaş görüş taraftarları çoğunluktadır.
Tüm bu evrimsel basamaklarda beyin sığası, 450 cc’lik hacimden, Homo Habilis’te 600-800 cc’ye, Homo Erektus’ta 850-1100 cc’ye, Neanderthal insanında 1550 cc’ye ulaşmıştır. Modern Homo Sapiens’te 1350 cc kadardır. Beynin gösterdiği bu değişim, sadece hacimsel olmayıp, lobların, kıvrımların, ses tellerinin ve konuşmanın gelişimi gibi birçok alanda izlenmektedir.
Evrim; insanlık için henüz bilmece olmaktan çıkmış değildir. Tüm sorularımıza yanıt bulamayacağımız gibi, bunları öğrenme isteğimizin süreceği de kesindir.
Evrimin İlkeler :
  • 1.Bütün canlılar aynı kökenden evrimleşmiştir.
  • 2.canlılar arasında hem ortak , hem farklı özellikler bulunur.
  • 3.Canlılar arasında devamlı varyasyonlar (değişim,farklılık) meydana gelir.
  • 4.Tür sayısı devamlı artar , sabit değildir.
  • 5.Günümüzde de canlılar arası değişiklikler ve tür oluşumu sürmektedir.

Animal Kingdom poster

CANLILARIN EVRİMİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLER

A- Lamark’ın Evrim Görüşü:

  • 1-Kullanma – Kullanmama:Vücudun kullanılan organları gelişir.Kullanılmayanlar ise körelir.
  • 2-Kazanılan özelliklerin Kalıtımı:Kullanma veya kullanmama ile kazanılan özellikler yeni nesillere aktarılır.
Eleştirisi:
  • *-Kullanılan karakterler gelişir
  • *-Kazanılan karakterler sadece bireye özgüdür
  • *-Kazanılan karakterler kalıtsal değildir
  • *-Kazanılan karakterler kalıtsal sınırlar içindedir
  • *-Kazanılan karakterler modifikasyondur
Modifikasyon: Çevresel faktörlerin etkisi ile genlerin işleyişinin değişmesi ile oluşan ve kalıtsal olmayan değişmelerdir

B-Darvin’in Evrim Görüşü:

  • 1-Canlılar geometrik dizi olarak artış gösterir
  • 2-Populasyonlardaki birey sayısı belli sınırlar içinde kalır
  • 3-Aynı tür bireyleri arasında kalıtsal çeşitlilik(varyasyonlar) vardır
A) Çevresel varyasyonlar: Modifikasyon
B) Kalıtsal varyasyonlar:
Kalıtsal varyasyonlar üç temel şekilde ortaya çıkar:
  • 1-Üreme hücrelerindeki mutasyon
  • 2-Üreme hücrelerinde görülen krossing-over ve homolog kromozomların dağılımı
  • 3-Döllenmenin şansa bağlılığı
4- Canlılar arasında çevresel koşullar için yaşam kavgası vardır
5- Çevreye uyum (Adaptasyon) sağlayanlar hayatta kalır ve üreyerek yeni nesillerinde kendi özelliklerini taşımalarına neden olurlar. Uyum sağlayamayanlar ise elenerek (Doğal seleksiyon) taşıdıkları türe özgü zayıf kalıtsal özelliklerininde ortadan kalkmasına neden olurlar.
6- Farklı çevrelerde farklı şekillerde adaptasyon yetenekleri kazanan bireyler yeni türlere dönüşürler
Darvin’in evrim teorisinin dayandığı görüşler:
  • 1) Bütün organizmalar geometrik bir oranda artıma eğilimlidir.
  • 2) Bir türün her dölündeki birey sayısı hemen hemen değişmez.
  • 3) O halde yaşamak için bir mücadele olmalıdır.
  • 4) Her türün bireyleri arasında değişiklikler ( kalıtsal olabilir ) vardır.
  • 5) Bazı değişiklikler özel bir çevredeki organizmaların çevreye uyumlarını ve sayıca çoğalma şanslarını arttırır. Yaşayan organizmalar kalıtsal değişikliklerini oğul döllere geçirirler.
  • 6) Zamanla büyük farklar meydana gelerek eski türlerden yeni türler ortaya çıkar.
Evrim olayının özeti :
Mutasyon———– Kalıtsal varyasyon ——–Doğal seleksiyon——– Adaptasyon ———- Evrim
Eşeyli üreme
Adaptasyon: Canlıların üreme , yaşama şanslarını artıran ortama uyum sağlayan özelliklerinin tümüdür.
Not: Adaptasyonlar kazanılmış kalıtsal özelliklerinin çevresel koşulların değişmesi ile ortaya çıkar
Mutasyon: Canlının üreme hücrelerindeki genlerde gerçekleşen ve kalıtsal olan değişmelerdir.
Sonuç:
  • *-Evrimin ham maddesi kalıtsal varyasyonlardır
  • *-Evrimin mekanizması doğal seleksiyondur
  • *-Doğal seleksiyonlar sonunda adaptasyonlar ortaya çıkar
Evrimin gelişim zinciri
  • 1-Üreme hücrelerinde
  • 2-Mayoz
  • 3-Döllenme
mutasyon bölünme
Varyasyonlar
Doğal seleksiyon
Adaptasyon
Evrim
Populasyon Dengesini Bozan Etmenler
Hardy-Weinberg prensibi populasyon dengede kaldığı sü4rece geçerlidir.fakat populasyon daki genlerin frekansı uzun süre dengede kalamaz.Genlerin frekansının değişmesine mutasyon , seleksiyon , göçler , izolasyon ve rasgele olmayan evlilikler neden olur.
  • 1- Göçler : Göç komşu iki populasyon arasındaki gen akışı olarak tanımlanabilir.
  • 2- İzolasyon ( Ayrılma – Tecrit) : Büyük populasyon lar çeşitli nedenlerle (dağ , deniz, ve çöl oluşumu ile veya kıtaların kayması ile) küçük populasyon lara bölünebilirler.
  • 3- Mutasyon : Mutasyonlar genetik farklılık meydana getirmelerinden dolayı populasyon larda gen frekanslarının değişmesine yol açan en önemli faktörlerin başında gelir.
  • 4- Doğal seleksiyon (Seçilim) : çeşitlilik gösteren bir populasyon da , belli özellikler yönüyle üstün ve zayıf olan fertler bulunur. Doğal seleksiyon zayıf olanları ortadan kaldırır.
  • 5- Genetik sürüklenme : Doğal şartlarda yaşayan , özellikle küçük populasyon larda nesilden nesile veya yıldan yıla gen ve birey oranlarının yapay bir etki olmadan rasgele değişmesine genetik sürüklenme denir.
  • 6- Eş seçimi : Bireylerin çiftleşmek için birbirlerini rasgele seçmeleri yerine özel niteliklerine göre seçmeleri zamanla farklı özelliklerin çıkmasına neden olur.
Kalıtsal Materyalin Değişmesi
  • - Tüm canlılarda ortak olan özellikler.
  • - Canlıyı diğer türlerden ayıran türe özgü özelikler.
  • - Canlıyı türün diğer bireylerinden ayıran bireysel özellikler olmak üzere üç grupta toplanabilir.
Bu özelliklerin oluşması ve yeni döllere taşınması DNA ların üzerinde bulunan genlerle olur. Normalde DNA lar kendilerini hatasız eşler. Genler ve kalıtsal bilgi değişmez. Ancak bazı durumlarda yanlışlıklar olabilir. Bunlar :
  • - DNA ya fazladan bir yada birkaç nükleotid çifti eklenebilir.
  • - DNA dan bazı nükleotid çiftleri kopup ayrılabilir.
  • - DNA molekülündeki baz çiftleri karşılıklı yer değiştirebilir. Örneğin A-T çifti T-A çiftine dönüşebilir.
  • - Bir nükleotidin karşısına kendi eşi olmayan başka bir nükleotid bağlanabilir.. Örneğin sitozin nükleotidin karşısına guanin nükleotid bağlanması gerekirken timin yada adenin nükleotid bağlanabilir.
  • - Kromozomlardan parça kopabilir yada kromozomlara parça eklenebilir.
Canlıların genetik bilgilerindeki kalıcı olan bu tip değişmelere mutasyon (değişim) denir.
Mutasyonlar sonunda canlıda ortaya çıkacak değişmeleri 2 grupta inceleyebiliriz.
  • 1- Canlıların bazı özellikleri yerine yeni özellikler oluşabilir.
  • 2- Mutasyon, canlıların belirli bir çevrede yaşama ve üreme şansını arttıran özellikler kazandırabilir. Bunun tersine canlıların yaşama ve üreme şansını ortadan kaldırabilir.
Not: Bazen bir gen farklı mutasyonlara uğrayarak çok sayıda alel meydana getirebilir. Örneğin kedilerde kıl renginin çeşitli olmasını sağlayan çok sayıda aleller mutasyonla oluşmuştur.
Canlıların çok farklı özelliklere sahip olmasının yani genetik çeşitliliğin nedeni bir canlıda çok sayıda geninin bulunmasıdır. Bir gendeki mutasyon olasılığının düşük olmasına karşın bir canlıda çok sayıda gen bulunduğundan canlıdaki toplam mutasyon olasılığı artar.